Yeni Konser Sezonu

Eylül ayının gelmesi ve okulların açılması ile hayat normal seyrine döndü. Hava sıcaklığının gece tek basamaklı sayılara inişi normal yaz rehavetini bir anda üsümüzden sıyırdı. Hoşçakalın parklar, bahçeler, uzun günler, terlikle bisiklete binmeler…Hoş geldin beni gözlük takmaktan yıldıran yağmur… Hoş geldiniz iç mekan aktiviteleri…

Geçen sene izleyici olduğum konser sayısı icracı olduklarıma kıyasla zayıf kaldı. Becerebilirsem bu sene daha çok konsere gitmek istiyorum. Amsterdam’da senfoni konserlerine ya da operaya gitmeye hevesleniyorum. Bir de hemen elimin altında şehrimizin konser salonu var. Boyutları sebebi ile daha çok oda müziğine ya da resitallere ev sahipliği yapıyor. Geçen yıl farkına varmamış olabilirim ama Amsterdam kökenli sanatçıların yer alacağı konserler azımsanmayacak miktarda.  Benim oda müziği bilgim zayıf ve canlı dinlemişliğim de sınırlı. Ancak küçük gruplarla müzik yapmanın büyük gruplara göre farklı bir his olduğunu düşünüyorum. Buyrun bana bunu yakından görmek için bir fırsat…

Konser sezonunu Leidse Stadgehoorzaal’da bir oda müziği konseri ile açmış bulunuyorum: Amsterdam Sinfonietta solistleri ve Alasdair Beatson.

Önce biraz geriye gidelim de yazmayı atladığım bir konserden söz edelim. Şubat ayında Amsterdam Sinfonietta’yı Fazıl Say solistliğinde Amsterdam Concertgebauw’da dinleme şansı bulmuştum. Tüm koltukların dolduğu salonda Fazıl Say’ın ayakta alkışlandığını ve bise çağrıldığını tahmin etmek çok zor değil. Bu gibi durumlarda insan neden gurur duyar? Kendime sık sık sorduğum bir soru. Eğitimine, tanıtımına, sanatına hiç bir katkımın olmadığı bir insan başarılı olduğunda  neden farklı bir mutluluk duyuyorum? Bu soru burada dursun, belki sonra tekrar düşünürüm üzerine..Bis olarak çaldığı Kara Toprak’ın gözlerimi doldurması parçanın içindeki bir çok duyguya özlemin eşlik etmesiydi sanırım.

Amsterdam Sinfonietta adını ilk bu konserde duyduğumu söyleyerek parantezi kapatıyorum. Hollanda’nın tek profesyonel yaylı çalgılar orkestrası olduklarını ifade eden grubu, baş kemancıları Candida Thompson yönetiyor. 22 kişiden oluşuyorlar. Konserde tamamının ayakta olması dikkatimi çekmişti. Leiden’daki konserde ise bu ekipten 4 solistin oluşturduğu kuartet/dörtlü çaldı. Piyanoda İskoç piyanist Alasdair Beatson vardı.

İlk yarıda E.W.Korngold’un 2 keman, viyolonsel ve sol el piyano için yazdığı Suiti, ikinci yarıda ise Brahms’ın Fa minör piyanolu beşlisini seslendirdiler. Konser kitapçığı Hollandacamın ilerlemesini bekliyor…

Korngold’un adı bana yabancı olmakla beraber müzikleri çok da yabancı değilmiş anlaşılan. Piyanist Alasdair Beatson İskoç aksanını anlaşılır kılmaya çalışarak açıklamalar yaptı en başta (İskoç aksana alışmak ilk başta çok zor gelmişti bana ama pek seviyorum şimdi.)

– Korngold’un eserleri size Hollywood müziklerine benziyor gibi gelebilir ama aslında Hollywood müzikleri onun eserlerine benziyor. Çünkü Hollywood filmleri için ilk beste yapan insanlar arasında.

Konser programına alınan Opus 23 Suite, piyanist Paul Wittgenstein’in siparişi üzerine yazılmış. Wittgenstein, 1.Dünya Savaşı’nda sağ kolunu kaybetmiş. Sivil hayata döndükten sonra piyanistlik kariyerini devam ettirmek istemiş. Sol el için kendi yaptığı düzenlemeler haricinde bir çok besteciye siparişler vermiş. Bunlar arasında benim tek bildiğim kendisi de savaşta bulunan Ravel’in yazmış olduğu sol el için piyano konçertosu idi. Fakat Benjamin Britten, Sergei Prokofiev, Paul Hindemith gibi bilinen besteciler de sol el repertuarına katkıda bulunmuşlar. Wittgenstein’ı piyano çalarken izleyebilirsiniz.

Suiti keyif alarak dinledim. İki elini de rahatlıkla kullanabilen piyanist Beatson konser sırasında bir sayfa çevirmenini yanında bulundurmayı tercih etmişti. Beş bölümden oluşan eser boyunca sağ elini, sanki yokmuşcasına, kucağında sakladı. Sağ eli ile sayfaları çebirebilecekken bu işi yanında, hafif geride oturan hanımefendiye bıraktı. Sağ eli olmayan bir piyanist rolüne bürünmek istediği için böyle bir tercih yaptığına inanıyorum.

 

Piyanolu oda müziği izlerken piyanistin yaylıların arkasında kalması zannederim iletişimi zorlaştırıyor. Bu durum bana piyanistle fazla bağlantı kurulmadığını düşündürür zaman zaman. Ancak bu konserde tam tersine şahit oldum. Yaylıları müthiş bir dikkatle takip etti piyanist. Birbirleri ile kurdukları iletişim zamanlamalarda, yüz ifadelerinde görülebiliyordu. Sadece dinlemek değil, izlemek de önem kazandı o anlarda benim için. İlham verdiğini de söyleyebilirim hatta. Selam verirken ve sahne arkasında geçerken müzik dışı iletişimlerinin de çok iyi olduğu gözlemlenebiliyordu.

Brahms’ın Opus.34 beşlisini dinlerken ise şuncacık enstrümandan nasıl bu kadar ses çıktı şaşırdım. Piyano daha çok ilgimi çeken bir enstrüman olduğu için onu takip ediyorum genelde. Yeri geldiğinde güçlü, ama hemen bir kaç saniye içerisinde atiklik gerektiren pasajlarda su gibi… Piyanisti çok beğendiğim anlaşılıyor herhalde 🙂 İlk kez dinlediğim eserleri konser sonrası söyleyebildiğimi pek hatılamıyorum ama bu kez  mırıldanarak çıktım dışarı. Belki de son bölümün temasının 10 dakika boyunca dönerek dolaşarak önümüze çıkmasından.

Yeni sezon benim için güzel müzikler, yeni bilgilerle başlamış oldu. Başka güzel konserleri iple çekiyorum.

Yorum bırakın

WordPress.com'da Blog Oluşturun.

Yukarı ↑